Ana içeriğe atla

AntiKent

“Atina kralı Kodros'un cesur oğlu Androklos, Ege’nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağı’nın kâhinlerine danışır. Kâhinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kuracağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege’nin lacivert sularına yelken açar. Kaystros Nehri’nin ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verirler. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirlerken çalıların arasından çıkan bir yabandomuzu, balığı kaparak kaçar. İşte kehanet gerçekleşmiştir. Burada bir kent kurmaya karar verirler. (…)”

Hadrianus Tapınağı’nın efsanevi hikâyesi yarıda kesildi. Antik taşlara sinmiş tarihi mi hissetsem, yoksa zavallı zihnime iki kelime daha sığdırabilmek için çarpık notlar mı alsam bilemedim. Lafını yarıda kesen turist rehberine şaşkınlıkla baktığımda beni göremeyecek kadar uzaktaydı. Günümüzün modern cahilleri öğle yemeğine en erken ulaşma telaşında, buna anlam veremiyordum. Bulunduğum gruptaki görevim, onlara boyun eğip uyum sağlamaktı. Sekiz bin yıl önceki mutfak kültürünü merak etmeyen turistler, tostlarını iştahla yiyorlardı. Kim bilir ne sofralar kuruldu burada, kim bilir ne dertler paylaşıldı, ne önemli meseleler çözüme kavuştu; ama kimin umurunda!.. Herkes yemek için toplanırken grubun arkasında kendi hâlinde; üzerindeki kıyafetlerle uyumsuz da olsa sarı fötr bir şapka takmış adama gözüm ilişti. Boynundaki eski model bir fotoğraf makinesiyle tapınağın fotoğrafını çekmekteydi. Onunla konuşabileceğimi düşünsem de çekindim sanırım, onu arkamda bırakarak gruba yetiştim. Çekingen olmasam turist rehberine de yaklaşırdım. Belki iki üç soru da sorardım. Çekingen olmasam çok şey öğrenirdim burada. Antik medeniyetlerin merkezinde. Normalde çekingen değilimdir, herhâlde anlaşılmazlık korkusuyla bu ruha girmiştim. Onlara kalkıp da:

- Tarihi hissedin dostlarım, yüz binlerce insanın tarihe bıraktıklarına, bırakamadıklarına, iki günlük dertlerinin şimdi ne kadar da önemli olduğuna bakın!.. Yaşamış ve yaşayacak her şeyin sonu işte böyle kalıntılardır, diyemedim.

Anlaşırız diye düşünmüştüm oysa. İki üç kare aldıktan sonra sevgilisine yetişti adam. O izdihamda da olsa konuşmalarına kulak misafiri oldum:

- O, neydi canım?

- Bilmem, görkemli bir şeye benziyor. 

Rehber anlattı! Efsanelerin efsanesi, ticari ve politik merkez, Doğu ile Batı arasında altın kapı, dile kolay iki yüz bin evren yurttaşının yuvası, insan manzaralarıyla tarihin en önemli kentlerinden Efes’in nasıl kurulduğunu anlattı! Görüyorum ki bizden “görkemli bir şey” kalamayacak. Neden biliyor musunuz? Neden? Çünkü kültürlerin kaynaştığı ve köklü tarihin yazıldığı sağlam yapılarımız yok artık. Omuzlarımı düşürüp grubun başka bir kısmına yöneldim. İleride, insanlar artık yerleşmişti. Bulabildikleri ilk yere oturan yorgun savaşçılardı onlar. Sanki limana yanaşan gemilerden çuval çuval erzak taşımış gibi yorulmuşlardı. Rengârenk yelpazesiyle kendisine rüzgâr eden, yere serdiği ufak örtüsünde yarı oturan yarı yatan bir kadın, havanın sıcaklığından yakınıyordu:

- Şu gezi bir bitse de hava kararmadan otele dönsek. Açar klimayı otururuz. Belki de bara ineriz kızlar? Ne iyi olurdu şimdi buzlu bir şeyler!

Güldüm. Şimdi bir şey desem “Adama bak!” derler. Allah bilir daha neler derler. Bu tahammülsüz insanlar için çok da çabalamamak lazım. Kimsenin dikkatini çekmeyen rehber, bir köşede tek başına tostunu yiyordu. Bir şey denecekse tam zamanı… Sağda solda dolanıp tostumu yedim ve kendimi konuşmaya hazırladım. Turist rehberi de aklı başında, kültürlü adamdır, dedim. Modern cahiller gibi terslemez beni! Belki Efes’in çöküşünü de anlatır. Onca insan, onca yönetici nasıl bir çözüm bulamamışlar limanın dolmasına? Yavaş yavaş taşınamaz mıymış? Limanı boşaltmak çok mu zormuş? Önceden görememişler mi bu tehlikeyi? Ah ah! Ben de bilmiyorum işte. Yemek dağıtılan masaların yanında otururken gözüm dalmış ama arkadan “Böyle yemek mi olur?”, “Bununla doyulur mu?” “Bu da bayatmış!” gibi şikâyetleri duymamak ne mümkün! Otele dönme hayalleri ve ikinci tostu isteyen insanlar arasında zamanın nasıl geçtiğini mi anlamadım nedir! Rehber ve geziden sorumlu tanımadığım insanlar, rengârenk yelpazeli kadın ve yanında otele gitmek isteyenlerle beraber; herkesi bir araya toplamaya başlamışlardı. Neler oldu anlayamadım, karıştığım kalabalık içinde otobüslere giden yolda buldum kendimi. Ama ben daha rehberle konuşacaktım! Daha antik kenti gezmedik ki! Daha Celsus Kütüphanesi’ndeki el yazmalarıyla yanıp kül olmadık! Savaşçı, bağışlayıcı ve anaç Arthemis’e tapmadık! Dünyanın en değerli taşları bunlar!.. Her birinin çatlaklarından sızan anıları, izlemedik daha! Melek figürleriyle süslenmiş bir odada, beşiğinde mışıl mışıl uyuyan bir bebeğin huzurunu hissetmedik. Çeşmelerle heykellerle donatılmış caddelerinde şiirler yazılan bu kenti, okumadık. İyonyalı pazarcıların seslerini ve Heraklitos’un tiyatrodaki anlattığı, tarihi değiştiren felsefesini duymadık. Sokaklarında buluşan âşıkları, tanrılara duyulan itaatkârlığı hissetmedik. Meryem Ana’nın son sözlerini öğrenemedik. Libyalı beyzadelerin hoş kokularını da bir kölenin alın terinin kokusunu da almadık, diyemedim turist kafilesine. Sıra sıra dizili otobüslere doluşan insanların düşündükleri bunlar değildi, hayır!

- Otobüsün klimalarını açın, hemen!

- Gezi kısa sürdü ama bolca fotoğraf çektim. Bunları filtreler, paylaşırız.

- Erken varacağız otele galiba. Havuza girmeye yeter mi zaman? Akşamüstü havuza girmek de hoş olur valla!

- Salon açılır açılmaz yemeğe gidelim oğlum. Dün de yiyemedik zaten. Beş yıldızlı otele gelip de bir şey yiyemeden döneceğiz bu gidişle!

- Eee neden geldik, neden gidiyoruz şimdi? Kaldırdılar sabahın köründe, getirdiler buralara.

Ege’nin kokusunu alamayan, limanı göremeyen bu insanlarla bindim otobüse. Ayak bastıkları bu topraklarda yıkılanların sadece lahitler olmadığını, hayatların yıkıldığını; sadece taşların değil, kalplerin kırıldığı zamanları düşünemiyorlardı. Hatırası mucize bu şehrin bize ihtiyacı yoktu tabi. Sayfaları kıvrılmış küçük not defterimde de yaşamıyordu bu şehir. Arabanın egzozu tarihin fısıltılarını bastırdı ve turist kafilemle ben, beş yıldızlı otelimize doğru yola koyulduk.

                                                                                                                                                           Rehber



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karalama 1

  10.08.2014 Evim. Sonunda… Her gün hiç bitmeyecekmiş gibi. Ama evime geldiğimde hiç yaşamamışım sanki. Bunu da her gün söylüyorum değil mi? Bütün gün eğilmesin diye çubuklara bağlanan ağaçlarmışçasına zavallıca dimdik dolaşıyorum. Takım elbisem buruşmasın diye oturup kalkarken dikkat ediyorum. Kalabalık sofralarda herkese laf yetiştirirken bir de üstüme dökmemek için çabalıyorum. Aman Allah’ım, rezaleti düşünebiliyor musun? Gerçekten zavallı bir durum insanlığın bu hali. Herkes birbirine gereksiz şakalar yapıyor. Allah’ım ne kadar nefret ediyorum kendimden şakalarına gülerken. Eskimiş kelime oyunlarını dönüp dönüp aynı çevrelerde pazarlıyorlar. İkiyüzlü bir insanım bunlara güldüğüm için. Hiç belli etmiyorum ama, fevkalade bir yalancıyım ben. Bugün birini işe aldım. Heyecanlı, tecrübesiz, şaşkın bir genç. İlkelerinden ne kadar da komik bahsediyor. İş hayatında birbirlerinin arkasından iş çeviren, affıma sığınarak, terbiyesiz insanlar tanımış. Ciddi bir suratla ona hak verirken iç

Korkuyu Beklerken Kitap Tanıtımı ve İncelemesi

 Korkuyu Beklerken Yazar: Oğuz Atay Yayın Tarihi: 1975 Tür: Öykü Derlemesi Sayfa Sayısı: 196 Kısa Tarihi:     Beyaz Mantolu Adam, Unutulan, Korkuyu Beklerken, Bir Mektup, Ne Evet Ne Hayır, Tahta At, Babama Mektup ve Demiryolu Hikayecileri olmak üzere sekiz hikayeden oluşan bir derleme kitabıdır. İlk romanı Tutunamayanlar ile ses getiren Oğuz Atay'ın öyküleri de romanlarından geri kalmıyor. Her bir hikaye derinliği, zenginliği ve eşsiz dili ile insanı alıp götürüyor. Nereye mi? Her yere. Zaman zaman zihnimizin çatı katına, bazen adı unutulmuş bir demiryoluna, bazense bir cami avlusuna dilenmeye... Kitaba da adını veren hikaye Korkuyu Beklerken 'in gizli mezhep muzdaribi kahramanı kadar korkak, umutsuz ama inatçı bir aşık kadar saplantılı oluveriyoruz kitabı okurken. Sayısız türde sayısız canlandırma ve uyarlamalara konuk olan bu hikayeler hakkında hadi biraz daha ayrıntılara geçelim. Kitabın Konusu:     Her hikayede ayrı bir olay örgüsü var. Ancak kitabın genelinde bir kafa ka

Buz Adam Ötzi

             Buz Adam Ötzi Hakkında Her Şey                                                                                   Buz Adam Ötzi Kimdir? Buz adam Ötzi 19 Eylül 1991’dedağcılar tarafından bulunmuştur. Öncesinde ölü bir dağcı sanılsa da kurtarma operasyonlarının 23 Eylül tarihinde tamamen başarıya ulaşması sonucu günümüzden 5300 yıl önce Bakır Çağı’nda bedenini buzda donan tarihin en iyi korunan mumyalarından olduğu anlaşılmıştır.  Bilim insanları Ötzi üzerinde yaptıkları araştırmalarda nereli olduğuna, neden öldüğüne, geçirdiği hastalıklara, yediği son yemeğine, yanında bulundurduğu eşyalara ve vücudundaki dövmelere bakarak yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel özelliklerine ulaşabilmektedirler.  Ötzi ismini bulunduğu vadiden almıştır(Ötzal Alpleri). Buz Adam Ötzi Nasıl Bulundu? Günümüzden 20 yıl önce Avusturya-İtalya sınırında Alp Dağları’nda yürüyüşe çıkan iki Alman turist, son zirveye de çıktıktan sonra daha kestirme bir yerden dönmek isterler. Buz halindeki bir dere yata